Çerkeslerin sorunlarının üst başlığını hepimizin bildiği gibi asimilasyon ve buna bağlı olarak da ulusal varlığını sürdürememe sorunu oluşturmaktadır.
Asimilasyon farklı kökenden gelen azınlıkların veya etnik grupların, dillerinin, kültür birikimlerinin, kimliklerinin baskın doku ve yapı içinde eriyerek yok olmasıdır. Asimilasyonun ilerleme hızı, azınlıkların içinde yaşadıkları baskın yapıya hakim olan anlayış ve uygulamaların niteliğine göre gelişmektedir.
Anavatan dışında, en çok Çerkes’in yaşadığı Türkiye’de yakın zamana kadar hakim olan anlayış ve uygulamalar asimilasyonu hızlandırmış ve Çerkeslerin bu ilerleyiş karşısında zayıf kalmasına neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanında kurulmuş olan Çerkes cemiyetlerinin, Çerkesçe eğitim öğretim yapılan okulun, Çerkesce yayın yapan gazete ve dergilerin Cumhuriyetin kurulma aşamasında kapatılarak 1950 yılına kadar herhangi bir Çerkes örgütlenmesine izin verilmemiş olması asimilasyonu hızlandıran önemli bir etkendir.
1950 yılından itibaren, geçmişin yaratmış olduğu baskıcı iklimin gölgesinde çekingenlikle, cılız bir şekilde kurulan STK’larımızın gelişip güçlenmeleri de yakın zamana kadar belli derecede devam eden söz konusu iklimin etkisiyle olması gereken düzeye ulaşamamıştır. 1960 ve sonrasında yaşanan askeri darbeler de bu baskıcı ve dışlayıcı iklimin belli ölçülerde devam etmesine neden olmuştur. Çerkes toplumunun örgütlenme konusundaki tarihsel tecrübe eksikliğini de bir diğer neden olarak belirtebiliriz. Halen de Çerkes toplumu bu soruna karşı koyacak bir örgütlenme düzeyinden oldukça uzakta görünmektedir.
Anavatandaki Çerkesler için de ‘’kendi topraklarında kendisi olabilme’’ ve ‘’asimilasyon’’ en önemli sorundur. Mevcut durumda geleceklerini kendi dinamikleriyle şekillendirme araç ve olanaklarından yoksun haldedirler. Anavatanda, 1864’ten bu yana asimilasyon süreci daha farklı bir seyir izlemiştir. Çarlık tarafından soykırım ve sürgüne, Sovyetler Birliği’nin kuruluşu sırasında da kıyıma uğratılan Çerkes Halkı toplumsal gücünü büyük ölçüde yitirmiştir. Sovyetler Birliği zamanında uygulanan sosyalist politikalarla görece kendi dilinde eğitim ve yayın hakkına kavuşan Çerkesler; diğer yandan alttan alta Ruslaştırma, demografik deformasyon ve sosyal dokuya uygun olmayan idari bölünmelerle asimilasyon politikalarına muhatap olmaya devam etmiştir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan süreç ise, özellikle Putin’in iş başına geldiği tarihten itibaren güç kazanan bir ivmeyle ideolojik anlayış ve uygulamalar itibariyle Çarlık Rusyası’nın yaklaşımlarına bir geri dönüşe işaret etmektedir. Son 25 yılda, Çerkes Halkının varlığını ve geleceğini ileri taşıyacak gelişmelerin yaşandığını söyleyemeyiz. Bunun aksini iddia edenlerin iddialarını istatistiki veriler ve somut olgularla ortaya koymaları gerekir.
İçinde bulunduğu durum genel bir değerlendirme ile böyle iken, Çerkes Halkının diasporada ve anavatanda ‘’ulusal varlık sorunu’’ temelinde çözüm üretebilecek bir varlık ortaya koyabildiğini söylemek oldukça güçtür. Mevcut anlayış ve yaklaşımlar değişmediği sürece de bu durumun değişmesi mümkün görünmemektedir.
Bir toplumun çözüm olacak bir varlık ortaya koyabilmesinin yolu güçlü, fonksiyonel ve hedefleri olan bir örgütlenmeden ve toplumun ekseriyetini paydaş kılmaktan geçmektedir. Bugün için Türkiye’deki Çerkes toplumu, içinde bulunduğu büyük soruna karşı koyacak böyle bir örgütlenme düzeyinden ve anlayışından oldukça uzak görünmektedir.
Bunun bir nedeni yukarıda da belirttiğimiz gibi içinde yaşadıkları ülkelerin politikalarında ve yönetimlerinde hakim olan zihniyet iken, diğer nedeni de Çerkeslerin örgütlenmelerine hakim olan anlayıştır. Çerkes örgütlenmesinin bir yanı güçlü taban oluşturmaya, diğer yanı devlet politikalarına karşı güç geliştirmeye, diğer bir yanı da örgütsel iletişim ve müşterek güç yaratmaya odaklı olması gerekirken; diasporada kurulan STK’larımızın taban oluşturma ve bunun üzerinden güç yaratma konusunda yetersiz, kendi aralarında iletişim ve ortak sorunlar etrafında birlikte hareket etmekten uzak oldukları görülmektedir.
Temel karakteri itibariyle STK olmayan anavatan merkezli üst örgütlenme ile de tamamen yanlış işleyen bir örgütlenme yapısında ısrar edilmektedir. Bu yapının Çerkeslerin lehine işlemeyeceği en başından beri sağduyu ve mantık süzgecini kullananlar için sır değildir. Başlangıçta ‘’Çerkes ulusal varlık sorununa’’ odaklı olarak iyi işler yapan bu üst örgütün, Rus devlet geleneğinin ve bunun neye evrileceğinin sağlıklı bir şekilde analiz edilememesinden kaynaklanan iyi niyetli yaklaşımla yanlış bir zeminde kurulduğunu ve bunun da bir nevi mahkumiyete dönüştüğünü düşünüyoruz. Bu husus sonraları hep ‘’kuruluşunda iyi işler yaptı, sonradan devletleştirildi’’ diye hayıflanarak anlatılmaktadır. Halbuki gerçekçi bir analiz yapılmış olsaydı kuruluşundan itibaren bu riskin varlığı görülebilecekti. İyi niyet ve samimiyetle kurulan bu yapı sonradan diasporadaki örgütlenmeyi de yörüngesine alarak uzun yıllardır işlevsiz kalmasına sebep olmuştur. Bu süre azımsanmayacak uzunluktadır. Bu yapı Çerkes halkının örgütlenmesini güç birliği yaratmaktan ziyade çatışmacı ve dışlayıcı bir yolda ilerletmiş ve doğru yöndeki arayışların da önünü kapatmıştır. Bunun böyle olması gerekir miydi?
Bu yapılanmanın içindeki STK’larımızın bir kısım yöneticileri (bu yanlışlığı savunarak seyrederek vakit geçirip, artık savunamayacakları noktaya geldiklerinde) yaşananları normal, kaçınılmaz olarak yaşanması gereken şeylermiş gibi sunmaktadırlar. Bunu, “içinde bulunanların kusurunu barındırmayan, hakim olan paradigmanın eseri doğal bir süreçmiş’’ gibi ifade ederek normalleştirmektedirler. Yaşananları paradigmal mecburiyetmiş gibi tanımlamak mevcut durumun insan düşüncesi ve eylemlerinden bağımsız olarak kendi kendine oluştuğunu ileri sürmekle eş anlamlıdır. Bu süreç bir paradigmanın değil, olsa olsa paradigma yokluğunun eseridir. Bu yapı ve ilişki savunulamayacak noktaya bu kadar kısa bir sürede mi gelmiştir? Değilse bugüne kadar neden bu yapı savunulmuş ve topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır?
O yapıyı kuranlar, iyi niyetle, Çerkes halkının ve diğer komşu halkların gelecek kurgusunda önemli bir rol üstleneceğine inanarak kurmuşlardı. Muhtemelen, zaman içinde diaspora örgütlenmesini de peşine takıp oyalayarak bunca değerli zamanı heba edecek bir yapıya dönüşeceğini öngörememişlerdi.
Dışarıdan gözlemleyenlerin “düzeltilemez” zafiyetlerini rahatlıkla gördüğü bu yapının hakim zihniyet ve zeminde sürdürülemeyeceğini neden görmezden gelmişlerdir? Halen bu yapıyı, ilişkiyi ve gidişi olduğu gibi sürdürmek için uğraşanların (belli ki mevcut olduğu söylenen paradigma onlar için henüz tepe noktasından inişe geçmemiştir.) yanında, sürdürülemezliğini görüp dile getirenleri gecikmeli de olsa doğru bir yönelişe girdikleri için kutlamak gerekir.
Anavatandaki bu yapıdan beklenen en önemli şey, anavatan ve diaspora Çerkesleri arasındaki bağı kuvvetlendirerek Çerkes halkının örgütlü gücünü ortaya çıkarmak ve ‘’Çerkeslerin ulusal varlık sorunu’’nun çözümünde rol oynamak iken, bunun tam tersine bir işlev gördüğü, bizzat örgütün içindeki kişilerce de dile getirilmeye başlamıştır.